Fransız filozof Descartes’in hediyesidir “kartezyen düalizm.”
Yani insanı beden ve ruh diye ikiye ayırma anlayısı. Bundan sonra baslamıstır insan bedenini bir makina gibi görmek. Gelisen tıp anlayısı da bundan nasibini aldı. Bu anlayısın ardından John Locke ve David Hume’un indirgemeci diye nitelendirebilecegimiz anlayısı gelince artık sistemin küçük bir parçasını anlayabilirsek sistemin kendisini de anlayabilecegini düsündü insan zihni. Elbette günümüz tecrübesinden bakınca hayli kibirli sayılabilecek bu anlayış, insanı örnegin bir saat gibi görmeye kadar uzandı. Saat çalısmıyorsa ya zemberegi bozulmustur ya da içindeki bir çark. Bunu tamir edersek saat çalısır, o halde insana da aynı anlayısla yaklasmak mümkündü. Öyle de oldu. Gectigimiz yüzyılda hızla yükselen diagnostik teknoloji mikro düzeyde branslasmanın da önünü açtı.
Fakat sistemleri derinlemesine analiz etme anlamında hayli yararlı olan bu yaklasım, insanının giderek artan kronik hastalıkları karsısında yetersiz kalmaya basladı. Çünkü artık ne obesite g
astroenterolojinin, ne de diyabet endokrinolojinin sorunu degil sadece. Dolayısı ile bu sorunları sadece bu branslardaki hekimlerin cözmesi de artık mümkün degil.
Genis çaplı multidisipliner bir anlayısı gerektiren yaklasım hastaya daha çok zaman ayıran holistik yaklasımların önünü açtı.